© 2012 admin. All rights reserved.

Konya

GEZ DÜNYAYI GÖR KONYAYI

Yıllar önce Atina civarında beş altı ay yaşama fırsatını bulmuştum. Genelde çok güzel intibalarla İstanbul’a döndüğümü hatırlıyorum. Hayatımda içki tetiklemeli iki sarhoşluğun ikincisini Atina’da bir tavernada gerçekleştirmiştim . Bahrain’e tayini çıkan bir arkadaşımızın veda gecesinde halay-sirtaki harmanlaması bir dans eşliğinde çoşup düştüğümü ve yerde yuvarlandığımı çok emin hatırlıyorum.Yunanistan’da bulunduğum süre içersinde sosyal ilişkiler cephesinde zaman zaman Türk-Yunan yakınlaşma gayretlerinin hoş anlarını yaşarken zaman zaman da Türk-Yunan uzak duruşunun zorlayıcı anlarına razı gelme seçeneğini benimsiyordum. Enerji yetesizliği durumlarımda muhtemel zor ortamdan sıyrılma aracımda ‘’Neredensin’’ diye sorduklarında ‘’Mısırlıyım’’ cevabım oluyordu. İngilizce yayınlanan Athens News adlı yerel bir gazetede bir köşe yazarı Atinalıların çok gürültülü olmalarını, sürekli korna çalmalarını Yunanistanın birkaç asır Osmanlı İdaresinde kalıp seslerini yükseltememlerine bağlıyordu; bu tespit müthiş, sarsıcı, derin bir sosyo-psikolojik analiz dehası gibi gelmişti bana ! Bir Yunanlı kızcağızla biraz dostluk basamaklarında tırmanırken Türk olmamdan dolayı yakın mesafeli temas girişimlerime olumlu ve sempatik karşılık alamayacığım çok net olarak izah edilmişti, muhatabım tarafından. Atina’ya elveda diyeceğim günlerden birinde dostlarıma hediye almak için dükkanlara girip çıkıyordum. Bir dükkanda yaşlı başlı bir teyze siyah elbisesi ve başörtüsü ile tezgahın arkasında bir köşede oturmuş tığ işi yapıyordu, güler yüzlü orta yaşlı bir hanımda etrafta koşuşuturarak müşterilere yardım ediyordu, arada bir kasaya uğrayıp satış başarasını tahsilat işlemiyle sonuca bağlıyordu. Bir bey de yaşlı teyzenin direktifleri çercevesinde yerdeki kutulardan çeşitli hediyelik eşyaları çıkartıp raflara yerleştiriyordu. Yaşlı teyzem diri ve uyanık bir halde duruma vaziyet ediyordu. İngilizce birkaç soru neticesinde aradıklarımı bulup kasa önünde yerimi almışken teyzem İngilizce ‘’memleket neresi?’’ diye soruverdi, eh hadi bakalım,hodri meydan… enerjim yerindemi yerinde, vatan hasretimde dimdik ayakta mı ayakta … ‘’İstanbul’dan, Türkiye’den’’ dedim, silahşörce. Cevabımı alır almaz teyzemin yüzü aydınlandı, gülümsemesinin sıcaklığı yüreğime ulaştı, beni sardı sarmaladı. Yanıma geldi ellerimi tuttu, ‘’Türkiye benim vatanım’’ demez mi Türkçe. Bendeniz tabii şaşkın , neye niyet neye kısmet durumunu hazmetmeye çalışıyorum. Meğerse teyzem 1922 yılında memleketi Konya’dan Yunanistan’a ailesi ile birlikte göç etmiş. Bir dahada Konya’yı görememiş. Evde Türkçe konuşurlarmış, mağazadaki orta yaşlı hanımda kızı olurmuş, oda Türkçe olarak minik sohbetimize katıldı. Eşyaları raflara yerleştiren beye işaret eden teyzem ‘’ Bu bizim damat, onada Türkçe öğretmeye çalıştım ama kafası çalışmıyor, öğrenemedi’’ dedi. Büyük sevgi gösterilerinden sonra teyzemin elini öpüp mağazadan şefkat duygularıyla süzüldüm, çıktım. Nereden nereye… Konya yolunda Yunanistan’da geçirdiğim güzel günlerin filmini gözümün önünden geçirip hayallere dalarken arada bir de büyük insan Mevlana ile ilgili elimden bırakamadığım kitabın sayfalarını soluyorum ve ruhumu temizliyorum:

Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol

Hoşgörülülükte deniz gibi ol

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

1097-1308 yılları arasında 211 yıl süreyle Selçuklu Devletine başkentlik yapan Konya’nin adı İkonion’dan ( kutsal tasvir) ve Kaoania’dan gelmektedir. İki ismin köküde Luwi dilindeki Kawa sözcüğüne dayanır. İnek, boğa, manda anlamına gelen Kawa sözcüğünden davar, sığır yöresi anlamındaki Kawana sözcüğü türemiş. Avrupa kayıtlarında’’Cogna’’ yada ‘’Kuniya’’ olarak geçiyor. Selçuklular Konya adını kullanmışlar. Şehrin tarihi MÖ 2600 yıllarına kadar uzanmaktadır. Selçuklu dönemine gelinceye kadar Hititlerin, Frigyalıların, Kimmerlerin, Lydialarının, Perslerin, Bergamalıların, Romalıların ve Bizansın yönetiminde kalan Konya için UNESCO’ya müracaat edilip şehrin UNESCO’nun Dünya Tarihi Miras Listesi’ne dahil edilmesi istenmiş ancak pek çok tarihi yapıtın günümüze kadar korunamamasından dolayı Unesco müracaatımıza olumsuz yanıt vermiş. Ancak Selçuklu ve Osmanlı dönemi açısından Konya’nın zenginliğini görmemezlikten gelmek mümkün değil. Üstelik ünlü sanat tarihcisi Bernard Berenson’un “Şu Selçuklu Mimarisi, bir mucize! O kadar zarif ki, öyle bir tasarım gücü var ki, öyle narin ve incelikli ki. Fransız gotiğinden bu yana bildiğim herşeyden üstün” sözleri insanı bir an önce kenti keşfetme telaşına sürüklüyor.
Konya 1397 yılında Karaman Oğulları yönetimindeyken Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı Devletine katılıp eyalet merkezi yapılmıştır. 7.yy ortalarından 10.yy ortalarına kadar zaman zaman Arapların saldırısına uğrayan ve üçüncü Haçlı seferi sırasında yağmalanan Konya Selçuklu sultanlarının hoşgörüsü neticesinde Türklerin, İranlıların, Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin birarada yaşayabildiği bir kent görüntüsü kazanmıştır. 1277 yılında Karamanoğulları beyi Mehmet Bey Konya’da ünlü fermanını yayınlar: ‘’ Heryerde Türkçe okunacak, yazılacak, konuşulacak’’. Konya 15.yy ortalarına kadar Karamanoğulları ile Osmanlılar arasında çekişme konusu olmuş. Fatih Sultan Mehmet 1467 yılında Karamanoğullarını ortadan kaldırıp Konya’yı kesin olarak Osmanlı idaresine almıştır.

Kentteki Selçuklu yapıtlarının en eskisi olan Alaattin Camisinin yapımı 60 yıl sürdükten sonra 1221 yılında tamamlanmıştır. Cami,Mimar Mehmet Bin Havland’ın eseri olup eski Arap stilindeki çok sütunlu camilerin Anadolu’daki en eski örneğidir.Tek şerefeli minaresi kesme taştan yapılmıştır. Caminin düz catısını tutan 62 adet taş ve mermer yuvarlak sütun çeşitli Roma ve Bizans eserlerinden sökülerek buraya getirilmiştir. Bu sütünların bazısı süslü başlıklıdır ve sütun araları ağaç kirişlerle tutturulmuş kemerlere bağlanmıştır. Mihrabın yanında değerli ağaç işçiliği bulunan abanozdan oymalı ve geçmeli olarak yapılan mimberde 1155 tarihli Arapça üç yazıt yer almıştır. Alaattin Camisinin kuzeyinde, Alaettin Tepesi’nin yamacında II. Kılıç Arslan Sarayının sadece doğu duvarı ayakta kalmış olup bir beton örtü altında korumaya alınmıştır.

Arkeoloji müzesi 1962 yılından beri Larende Caddesi’nde, Sahip Ata Camisi’nin batı bitişiğindeki binada hizmet sunmaktadır. Müzede Neolitik Çağ (MÖ. 6500-5300), Eski Tunç Çağı (MÖ.3000-1950), Orta Tunç-Asur Ticaret Kolonileri Çağı (MÖ. 1950-1750), Demir Çağı (MÖ. 8.7. 6. yy), Klasik Devir (MÖ. 480-330), Helenistik Devir (MÖ. 330-30), Roma Devri (MÖ.30-MS.395), Bizans Devri(MS. 395-1453) eserleri sergilenmektedir. Bahçeside Roma ve Bizans eserleriyle bezenmiş müzedeki Roma dönemine ait lahidler birer sanat şaheseri; yaratıcılığın karşısında büyülenmemek elde değil.

Karatay Medresesi Alaattin Tepesi’nin kuzeyindedir. Selçuklu Veziri Celaleddin Karatay tarafından Sultan II. İzzeddin Keykavus devrinde 1251 yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Medresenin açılış töreninde Mevlana ve Şemsettin Tebrizi de bulunmuşlardır. Kapısı Selçuklu Devri taş işçiliğinin şaheser bir örneğidir; seçme ayet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir. Medrese salonunun üzeri mozaik çinilerle kaplı kubbe ile örtülüdür.Kubbe kasnağında ve duvarlarda Ayetelkursi ile Bakara surelerinden ayetler, Muhammed, İsa, Musa, Davud Peygamberlerin ve dört halifenin isimlerine yer verilmiştir. Duvarlardaki mozaik çinilerinin büyük bir kısmı dökülmüştür. Medrese 1955 yılında Çini Eserler Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Selçuklu, Kütahya ve İznik çinileri, seramik kaplar, Alaattin tepesi kazılarında bulunan Selçuklu sarayının motifli çinileri, Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad sarayının 1950-53 yılı kazılarında bulunmuş duvar çinileri, Nizamiye Medresesi ile Sahip Ata Camisi, türbesi ve Sırçalı Medresesine ait çiniler, Beyşehir Eşrefoğlu Camii’ne ait tavan göbekleri , Osmanlı dönemine ait seramikler sergilenmektedir.

İnce Minare Alaattin tepesinin batı eteğindedir.Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus döneminde Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından hadis ilmi öğretilmek üzere 1264 (1267?) yılında Mimar Keluk bin Abdullah’a inşa ettirilmiştir. Mescidin minaresinin orjinal hali iki şerefeli iken 1901 yılında düşen yıldırım iki şerefeden birini tahrip etmiştir. Mescitten bugüne sadece tuğla örgülü mihrabı kalmıştır. Selçuklu döneminin en seçkin eserlerinden biridir. Kubbe kasnağında kufi yazı ile El-Mülkü-Lillah ve Ayetelkürsi yazılıdır. İç mekanlarda tuğla hem statik hemde dekoratif amaçlı kullanılmıştır. 1956 yılında Taş ve Ahşap eserler müzesi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Selçuklu ve Karamanoğulları dönemine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış kitabeler, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle süslenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri sergilenmektedir. Selçukluların sembolü olan çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en çarpıcı örnekleri de burada yer almaktadır.

Sırçalı Medrese, Gazi Alemşah Mahallesinde, Sırçalı Caddesindedir. Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrev zamanında 1242 yılında Bedrettin Muslih tarafından Mimar Tus’lu Osman oğlu Mehmet’e yaptırılmıştır. İç duvarları tamamiyle Selçuklu çinileriyle kaplı olduğundan ‘’Sırçalı Medrese’’ adını almıştır. Uzun yıllar fıkıh (İslam hukuku) dersleri okutulmuştur. Medresenin dikdörtgen bir avlusu ve avlunun ortasında bir havuzu vardır. 1960 yılında Mezar Anıtları olarak müze haline getirilmiştir; tarih ve sanat tarihi açısından değerli olan Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı dönemlerine ait mezar taşları sergilenmektedir.

Aziziye Camisi çarşı içinde Müze Caddesinin köşesindedir. Muntazam kesme Gödene taşı ile rokoko üslübunda yapılmış olan camii son Osmanlı mimarisinin başarılı bir eseridir.1676 yılında Muhasip Mustafa Paşa tarafından yaptırılan camii 1867 yılı yangınında tamamiyle tahrip olunca 1872 yılında Padişah Abdüaaziz tarafından yeniden inşa ettirilmiştir.

Koyunoğlu Müzesi Kerimler Caddesi Koyunoğlu Sokağında eski bir Türk evinde bulunan özel bir müze olarak kurulmuştur. Konyalı Ahmet İzzet Koyunoğlu (1901-1974) tarafından 1913 yılından beri biriktirimiş olan eserler 1954 yılında bir müze olarak hizmete sokulmuştur. 1984 yılından beri aynı yerde yeni binada faaliyetlerini sürdürmektedir. Değerli el yazması kitaplar ( İbranice, Yunanca, Arapça, Farsça, Türkçe) ile dolu onbinlik kitaplık, Mezopotamya’dan getirilmiş olan Yezidilerin taptığı bronz üzerine altın kaplama ve kuyruğu değerli taşlarla süslü Tavus-ı Melek heykeli ile Hz. Ali’nin Zülfikar adlı ucu çatallı kılıcı müzenin en değerli eşyalarından birkaçıdır.

Selimiye Camii, Mevlana Türbesi ve Müzesi nin yanındadır. Osmanlı Sultanı II. Selim tarafından Konya valisi iken başlatılan inşaatı ancak padişahlığı döneminde 1570 yılında tamamlanabilmiştir. Osmanlı klasik mimar üslubunun Konya’daki en güzel örneğidir. İstanbul’daki Fatih Camisine benzer, sağda ve solda tek şerefeli iki minare yükselir. Yüksek ve büyük kubbesi kalın fil ayağı üzerine oturmuş olup yanlarda ufak kubbelerle desteklenmektedir.

Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlana Dergahı’nın yeri Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesi iken bahçe Sultan Alaeddin Keykubat tarafından Mevlana’nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’e hediye edilmiştir. Sultanü’l-Ulema 1231 yılında vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Türbe inşaat faaliyetleri 1274 yılında başlayıp 19.yy sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Müzenin avlusuna ‘’Dervişan Kapısı’’ndan girilir. Bu kapının üzerinde Sultan Velet’in ‘’ Ey öğrenci , öğüdümü canla başla kabul et, doğruların eşiğine başına koy’’ beyti kabartma halinde yer almaktadır. Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir.Burada bulunan iki vitrin içersinde Mesnevi’nin ve Divan-ı Kebir’in en eski nüshaları sergilenmektedir. Selçuklu Veziri Muinüttin Pervane’nin eşi Gürcü Hatun’un mimar Bedrettin Tebrizi’ye yaptırmış olduğu (1274) firuze çinilerle süslü ve onaltı dilimli yeşil kubbe altında Selim oğlu Abdülvahit’in süslediği duvarların önünde Mevlana’nın (1207-1273) ve oğlu Sultan Velet (1227-1312) in mermer sandukaları yer almaktadır. Sandukaları 1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde 1894 yılında II. Abdülhamit’in hediye ettiği sırma işlemeli örtü bulunmaktadır. Sandukaların önünde yer alan gümüş kafes Maraş valisi Mehmet Paşa tarafından 1597 yılında İlyas Usta’ya yaptırılmıştır. Kafesin üzerinde şair Mani’nin 32 beyitlik Türkçe kasidesi yazılıdır. Biraz ilerde Mevlana’nın babası Sultanü’l- Ülema Bahattin Velet ‘in işlemeli ağaç sandukası bulunmaktadır. Bu sanduka bir Selçuklu şahaseridir. Türbe salonunda Mevlana ve babası soyundan gelme 10’u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile mevlevilikte mertebe sahibi 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Burada iki önemli levha yer almaktadır. Birinci levhada ‘’Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol ‘’ ifadesi yer almaktadır. İkinci levhanın tercümesi şöyle ‘’ Gel, gel ne olursan ol,gel. İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, gel. Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel.’’

Semahane ile batısındaki büyük kubbeli mescit Kanuni Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mescitte Mesnevi Şerif, Divanı Kebir ve Mesneviler , Kuranlar, Mesnevi Şerhleri bulunmaktadır.

Türbe salonu dualarını okumak , yüreklerini şefkat ile yumuşatmak, ruhlarını sevgi ile kuşatmak heyecanı ile bakışları derinleşmiş, etraflarıyla bağlantılarını kesmiş o güzel anları hiç kaçırmadan yaşama arzusuyla yanan insanlarla dolup taşıyor. Eller havada, Allah’a yakarışların, Fatiha’ların fısıltıları türbe salonunu hu’lara boğuyor. Gözler buğulu , kirpikler nemli , yanaklar hafif ıslak …

Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içersinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlana’nın babası ‘’Bilginlerin Sultanı’’ ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesi Belh Emiri Rükneddin ‘in kızı Mümine Hatun’dur. 1222 yılında Karaman’a gelen Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled ve ailesi burada 7 yıl kalmıştır. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın davetini kabul eden Sultanü’l-Ulema ailesi ve dostları ile birlikte 3 Mayıs 1228 günü Konya’ya gelip İplikçi Medresesine yerleşmiş, Sultanü’l-Ulema ölünce talebeleri ve müridleri Mevlana’nın çevresinde toplanmışlardır. Mevlana 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaşıp birbirlerinden büyük feyz aldılarsa da beraberlikleri uzun sürmemiş, Şems’in ani ölümünden sonra Mevlana uzun yıllar inzivaya çekilmiştir.

Beş yıl önce Unesco 2007’i Dünya Mevlana Yılı ilan etti.Bu yıl pek çok Avrupa ülkesinde, Japonya’da, ABD’de, Kanada’da Mevlana’yı anmak ve tanıtmak amacıyla etkinlikler düzenleniyor. Mevlana’nın doğumunun 800. yıldönümü olan 30 Eylül 2007 tarihinde de Konya’da anma töreni düzenlendi.

‘’Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait,

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım’’

‘’ Her ne istiyorsan kendinde ara!

Senin canının içinde bir can var, o canı ara

Senin dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara,

Eğer yürüyen dervişi arıyorsan,

Onu senden dışarıda değil

Kendi nefsinde ara’’

Mesnevi klasik Doğu edebiyatında bir şiir tarzının adıdır. Katibi Hüsameddin Çelebi’nin söylediğine göre Mevlana , Mesnevi beyitlerini Meram’da gezerken, otururken, yürürken, hatta sema ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış. Mesnevinin dili Farsçadır. Halihazırda Mevlana Müzesinde teşhir edilmekte olan 1278 tarihli en eski tarihli Mesnevi nüshasında 25,618 beyit yer almaktadır:

‘’Ey oğul bağlanma hür olmaya bak,

Ne zamana kadar altın ve gümüşün esiri kalacaksın?

Denizi bir kovaya boşaltmaya çalışsan da,

Kova, bir günlük ihtiyacını alır ancak ‘’

‘’ Biz neyiz, içimizdeki nefes, Sensin.

Biz dağız, buna yansıyan ses, Sensin.

Varlığımız da, havamız da armağanındır, Senin.

Mevcutiyetimiz de icatlarındandır, Senin. ‘’

Konya ziyareti Mevlana türbesini ve daha sonra sema gösterisini izlemekle taçlanıyor. Sema ayinin özünü kavramak için Tuğrul İnançer’e kulak verelim:

‘’Mevlevî Âyini, Hz. Mevlâna tarafından tamamen bir vecd hâlinin ifadesi olarak, bir usûl ve merasime bağlı olmaksızın yapılan semâın, bir düzene bağlanması ile oluşmuştur. Hz. Mevlâna’nın düşünce, fikir, yaşayış, ilim, aşk ve cezbesinin, bir tasavvuf ekolü halinde ortaya çıkışı, oğlu Sultan Veled zamanında olmuştur. Âyin, önce Pîr Âdil Çelebi ve daha sonra da Pîr Hüseyin Çelebi tarafından bugünkü şekil ve düzenine konulmuştur.

Mevlevî Semâ Âyini, mûsikîsinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır. Benliğinden ölü olan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, “seyr-i sülük” denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır. Kudümün ilk vuruşu “Ol” emrinin, anlatımıdır. Ney, “İnsân-ı kâmil”dir. Ney’in üflenmesi, İsrafil’in “Sûr”u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem “Ol” manın, hem Sûr’u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled Devrindeki üç tur, “İlm-el yakîn, ayne’l yakîn, hakke’l yakın” denen bilme, görme ve olma mertebele­rine işarettir.

Tecelli rengi olan kırmızı renkli post üstündeki Şeyh Hz. Mevlâna’yı temsil eder. Hakikate varan yolu o bilir; ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ’ya yalnızca o basabilir. Sûr’un üflenmesiyle kabirlerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yerine, insân-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi ata­rak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled Devrindeki yürüyüş temsil eder. Semâdaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar. Dört selâm, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selâmda; Allah’ın tek ve gerçek varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır. Ve sonunda:

“Bütün mânâ mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat, bilenle bilmeyen bir değildir.” denilir. ‘’

Semazen; düşlerinde pervane olmuş,

Pergelin merkezinde yanan od olmuş,

Sevda noktalarda büyümüş, berk olmuş,

Şiir akmış gitmiş, sohbet meşk olmuş,

Semazen atmış üzerinden nefis hırkasın,

Başında seng-i makber, kefen aşk olmuş…

Evliya Çelebi 1649 yılında Konya’ya gelip uzunca süre kalmıştır; Konya o güne kadar ziyaret ettiği Anadolu şehirlerinin en büyüğü ve en güzelidir. İntibalarını şöyle dile getirir:

‘’Herkes ve bütün seyyahlar Konya’nın gezinti yerlerini, ovasını överler. Gerçekten ben de yirminci seyahatim olan bu seferime kadar böyle bir ova görmedim.Havasının ve suyunun güzelliğinden bütün halkı sağlam ve güçlüdür. O kadar çok yaşarlarki , kuvvetleri gitmiş , ömrü yüz yetmişe yetmiş, gücü bitmiş olduğu halde yine dinç olurlar. Bilginleri akıllı, efendi,asil,olgun kişilerdir.Yiyeceklerinden beyaz ekmeği, poğacası, çöreği, ballı böreği, helvasının çeşitleri, zülliyesi, pişmaniyesi, tahini meşhurdur.’’

Evliya Çelebi bugünkü Konya mutfağını keşfetseydi sanırım seyyahlıktan vazgeçip Konya’dan dışarı adımını atmazdı. Herhalukarda yolunuz Konya’ya düştüğünde sindirim sisteminizi dayanıklılık testinden geçireceğinizden eminim.’’ Hiç olmazsa mide fesadına değsin’’ diyorsanız size bir öneri:

Öğlen yemeği: tutmaç çorbası, yaprak sarma,ekmek salması, fırın kebabı, su böreği, saç kavurma ve hazıma katkısı olmak üzere bamya çorbası. Biraz nefes aldıktan sonra tatlı ile devam,Hoşmerin Helvası ve Saç arası. Adres: Köşk Lokantası.

Akşam yemeği için hafif bir öneri, etli ekmek ve ayran. Adres: Cemo, Nalçaçı Caddesi.

1926 yılında yayınlanıp Konya folkloru üzerinde yapılan ilk çalışma özelliğini taşıyan Konya Vilayeti Halkiyat ve Harsiyatı adlı kitapta bazı şirin bilmecelere birlikte göz atalım:

Taştandır, demirdendir, yediği hep hamurdandır. Dünya alemi doyurur, kendi doymaz nedendir?

(nemriğed)

Karşıdan baktım berhane, yanına vardım Mevlevihane, içinde iki derviş, vaktini bil dermiş (amsa taas)

Ben ne idim, ne idim, samur kürklü bey idim; felek beni şaşırdı, küllüklere düşürdü (enatsek)

Yemeğimizi yiyip bilmeceleri çözüp zevkten dört köşe bir halde birazda civarı keşfetmek iyi bir fikir gibi geliyor, ne dersiniz?

İlk önce Sultanhan’a uzanalım.Sultanhan ‘’Sultan Hanı’’ tipindeki kervansarayların en büyüklerindendir.Konya- Aksaray hattı üzerinde Konya’ya 90km. uzaklıkta Sultan Hanı kasabasının içindedir.I. Alaüddin Keykubat tarafından 1230’ lu yıllarda yaptırılmıştır. Kesme taş malzemeyle, yığma duvar tekniği ile inşa edilen yapının mermer girişi cephe köşelerinde yükselen iki kule arasında çok etkileyici bir görüntüye sahiptir.

Obruk Han , Konya-Aksaray you üzerinde Konya’dan 50 km uzaktadır. Plan olarak üstü açık bölüm ile kapalı hacimden oluşan klasik Selçuklu hanları şemasına sahiptir. Giriş bölümü iki katlı olarak inşa edilmiştir. Ancak toprakla dolmuştur.Obruk platosunda yer yer ortaya çıkan dolinler( kalkerli arazilerde erime ve çökme sonucu oluşan tava şeklindeki çukurluklardır) keskin hatlı gölet görüntüleri ile süpriz manzaralar oluşturmaktadır. Obruk Hanının hemen arkasındaki dolin bir anda karşıma çıkınca heyecanımı dışa vurmadan edemedim.

Meke Gölü ülkemizin dünya çapındaki doğal değerlerinden biridir ve Karapınar ilçesi yakınlarında bulunmaktadır. Konya-Ereğli karayolu üzerinde Konya’ya 100km mesafededir. Meke tuz krater gölü muhteşem bir ‘’kaldera’’ örneğidir ( iç içe oluşmuş volkan bacası)

Birazda Konya’nın güney batısındaki kültür varlıklarımızı keşfedelim. Kilistra Antik Kenti Gökyurt köyü sınırları içersinde yer almaktadır. Konya’ya 50km mesafededir. MÖ.III.yy kadar yerleşim olduğu tespit edilmiştir. MS.7.yy da Kapadokya benzeri yumuşak kayaların oyulması ile pek çok yerleşim birimi yaratılmıştır.Haç planlı şapel, iç ve dışı yekpare kaya oyuğu olması nedeniyle eşine az raslanan bir yapıda olup MS. 8yy.a aittir.Yerel adı Gilissıra olan Gökyurt köyü , İncil’de anlatılan efsanelerde adı geçen antik Kilistra üzerine kuruludur. Dört yıl öncesine kadar köy halkı tarafından ahır ve depo olarak kullanılan bu oyuklar ilk defa burayı ziyaret eden bir fotoğrafcı tarafından fark edilmiş. SİT alanı ilan edilen köyde kazı çalışmaları devam etmektedir. Yapılan kazılarda beş şapel, bir şaraphane, bir su sarnıcı, on karlık, bir seramik atölyesi, iki gözetleme kulesi, bir karakol, bir manastır grubu, bir şehir merkezi kazılıp temizlenmiştir. Antik kenti gezmenin mükafatı Gökyurt köyü okulundaki şenliğe rastlamamız oldu. Cıvıl cıvıl , gözleri neşe ile parlayan evlatçıklar bize enerji yüklediler üstelik de en güçlü ve dayanıklı çeşidinden. Yabani türünden sıkılarak yapılan Gılabba adlı üzüm suyunu içmeden köyden ayrılmamanızı öneririm.

İsa’nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans İmparatoru Constantin’in annesi Helena, Haç için Kudus’e giderken Konya’ya uğramış ve ilk Hiristiyanlık çağlarına ait oyma mabetleri görünce çok etkilenerek merkeze 7 km. mesafedeki Sille’de bir kilise yaptırmaya karar vermiş. Kilise pek çok onarım görerek günümüze kadar ulaşmıştır. Kilise düzgün kesme sille taşı ile yapılmıştır. Kubbe geçişlerinde ve taşıyıcı ayaklarda Hz. İsa, Hz. Meryem ile havarilere ait resimler bulunmaktadır..

Konya’ya gidipte Nasreddin Hoca’yı anmamak mümkün mü?
Hoca yolda yürürken, serserinin biri yüzüne okkalı bir tokat patlatmış, durup dururken. Kavuğu bir yana, kendi diğer yana devrilmiş. Ahali, her ikisini de kadının huzuruna çıkarmışlar. Kadı dinlemiş ve serserinin bu hareketinden dolayı Hoca’ya bir altın vermesini kararlaştırmış. Adamın kulağı kesik tabi, üzerimde para yok, evden getireyim deyip sıvışmış. Hoca durumu anlamış, kadıya da söylemiş ama dinletememiş. Aradan iki saat geçmiş, kalkıp gidecek, kadı izin vermemiş, hayır bekleyeceksin demiş. Dört saat geçmiş gelen giden yok… Altı saat sonra Hoca, Kadı’nın yüzüne okkalı bir tokat vurup “Gelirse, altını sen alırsın” deyip, ayrılmış…

Ahmet Hamdi Tanpınarın tasviriyle Konya’ya dan ayrılma zamanı geldi:

‘’Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır. Ancak o zaman çeşmelerinden akan Çarbağ sularının teganni ettiği sırrı,zengin işlenmiş kapıların ardında sırmalı çarşafı içinde çömelmiş eski zaman kadınlarını andıran Selçuk abidelerinin büyüklük rüyasını, türkü ve oyun havalarının hüznünü ve bu oyunların ten yorgunluğunu duyabilirsiniz’’

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
İşaretli alanlar zorunludur:*

*